Neden Bu Sayfa

Kimilerine göre bir bilmecedir yaşam. Kimilerine göre bir kader vardır, kimilerine göre de herşey tesadüftür, doğanın bir gereği olarak doğar ve ölürüz ve hepsi bu kadardır.

Bu sayfayı açmamın nedeni; düşünen, soran, cevap arayan ve araştıranların bulunduğunu ve sayılarının az da olmadığını biliyor olmam. Buraya yıllardır araştırdığım konuları, biriktirdiğim düşünceleri taşıyacağım. Herkesin ayni düşüncede olmayacağının elbette farkındayım ve herkesin kendi değerlendirmesine ve hükmüne de elbette saygım var. Onların da bu düşüncelere saygısı olmasını beklediğim gibi.

Bu sayfanın tek bir gerçeği ifade ediyor olmak gibi bir iddiası kesinlikle yok. Yollar çeşitlidir ve her insan gideceği yolu, düşüneceği tarzını seçmekte tamamen özgürdür. Kaldı ki, gerçekler de herşey gibi sürekli değişmededir. Bugün doğru olduğuna kesin gözüyle baktığımız her hangi bir şey, bir zaman sonra yerini daha doğrusuna bırakıyor.Durum böyleyken “mutlak gerçek” ten söz etmenin anlamsızlığı ortada. Ancak, merak etmek, öğrenmek ve her seferinde bir adım daha ileriye gidebilmek sonsuz zevkli bir macera.

Sayfanın adı da o yüzden ““Son”suz Yazılar”. Yazılanları bitmiş saymıyoruz, noktayı koymuyoruz, devamlı yürüyoruz, soruyoruz, arıyoruz, öğreniyoruz, düşünüyoruz, yeniden soruyoruz.

Bu sayfa hiç bir kuruluşa, hiç bir görüşe, hiç bir ekole, hiç bir akıma ait veya bağlı olmayıp, tamamen kişisel ve bağımsızdır. Yazarın bir dünya görüşü vardır tabii ki ama arkasında başka birşey aranmasın.

Dienstag, 28. Februar 2012

Tanrı Beynimizde mi?




Günümüzde Bilim Adamlarının Sıcak Tartışması


İnsan beyni, günümüzde en çok araştırılan organlardan biri olmakla birlikte, yine de sırlarını en fazla muhafaza eden doğa mucizelerinden sayılma özelliğini kaybetmemiş durumda.

Beynimizin sol ön tarafında bulunan ve bilim adamlarınca “9. bölge” olarak adlandırılan bir parçası, son günlerde bilim dünyasını şaşırtan bilgilere ulaşılmasını sağlıyor. Çünkü bu bölge, mistik vizyonların ve tanrısal deneyimlerin merkezi sayılıyor.  Bilim adamları bu bölgeyle ilgili deneyler yapıyor ve bu bölgeye, “Tanrı’nın Posta Kutusu” “Tanrı Penceresi” veya “Tanrı Modülü” gibi isimler veriyorlar. Tıptaki adı “anterior temporal lob” olan bu bölgedeki fonksiyon bozuklukları depresyon, epilepsi, parkinson veya tinnitus gibi hastalıklara yol açıyor. Hatta zamanında Hipokrat, bir çeşit epilepsi hastalığını, hastanın tanrılarla, ruhlarla ve hayaletlerle karşılaşmaları görüldüğü için “kutsal hastalık” diye adlandırmış.

Günümüzün bilim adamlarının yaptığı ise, deneklerin beyninin bu bölgesini yapay olarak uyarmak ve bu şekilde denekte dini bir deneyim meydana getirmek veya ilahi bir karşılaşmaya yol açmak.

Bu deneyleri 1980 lerde ilk yapan kişi, Amerikalı beyin araştırmacısı Prof. Michael Persinger. O zamandan beri de, nörologlar, psikologlar, evrim araştırmacıları ve teologlar(din bilimcileri)  arasında şiddetli bir kavga yaşanmakta. Bu deneyler Tannrının varlığını mı, yoksa tam tersini mi ispatlıyorlar? Tanrı beynimiz içinden mi bizimle konuşuyor,  yoksa tanrı fikri sadece beynimizin bir sanrısı mı? Bu tartışmalardan doğan ve sınırların ötesini araştıran yeni bir bilim dalı da bu sorulara bir cevap bulmaya çalışıyor: Bu yeni bilim dalının adı Neurotheologie  (Nöroteoloji = Nöroloji + Teoloji yani İlahiyat)

Kanada Laurentian Üniversitesi Profesörü Persinger 1000  den fazla denekle yaptığı deneylerde yüzde seksen başarı sağlamış, yani sağlık açısından normal olan, daha önce mistik eğilimleri veya deneyleri bulunmayan 1000 insan üzerinde yapılan beyin uyarımından sonra,  deneklerin 800 ünde mistik deneyimler yaşandığı görülmüş. Denekler çeşitli inanç sahipleri arasından seçilmiş, hatta aralarında inançsız yani ateist olanlar da varmış. Deneklere bir gevşeme denemesinde yer alacakları söylenmiş, yani neyle karşılaşacaklarını baştan bilmiyorlarmış. Hepsinin başlarına, özel olarak hazırlanmış bir çeşit motosiklet kaskı takılmış. Persinger bu kaska “Tanrı Kaskı” adını veriyor. Kaskların içinde, tam şakaklara gelecek kısımda mıknatıs bobinleri bulunuyor.  Bu bobinlerden yapay olarak dalgalandırılan manyetik alanlar 30 dakika müddetle denek kişinin şakaklarına veriliyor. Bunun neticesinde, kişiler Persinger’in “varlık mevcudiyeti hissetmek” adını verdiği bir durum yaşıyorlar. Sesler duyuyorlar, vizyonlar görüyorlar, yakınlarında doğa üstü kuvvetler bulunduğunu düşünüyorlar veya kendilerini tüm evren ile birlik hissediyorlar veya bedenlerinin titreştiğini ve havada süzüldüğünü zannediyorlar. Birkaç kişi de paniğe kapılıyor ve kaskı çıkartıp oradan kaçıyor.

Pennsylvania (USA) Üniversitesi Profesörü, radyolog ve din bilgini Andrew Newberg araştırmalarını başka bir yönde yapıyor. Fransisken rahibeleri ve Tibet rahipleri üzerinde yaptığı denemelerle, kesif dua ve meditasyon halindeki insan beynini inceliyor. Spect adını verdiği bir çeşit tomografi ile kanlarına radyoaktif bir madde verdiği deneklerin beyinlerinin fonksiyonlarını tesbit ediyor.  Neticede dua ve meditasyon halindeki rahip ve rahibelerin oryantasyona (yön belirleme, bilgi edinme) yönelik beyin faaliyetlerinin dikkat çekecek şekilde azaldığını görüyor. Yani kişinin “ben”i  ile dış dünya ile olan sınırlarını belirleyen beyin bölümlerinin çalışması adeta duruyor ve böylece kişi duasının konusu neyse onunla birlik haline geliyor. Newberg’in çıkardığı sonuç: “Mistik deneyim gerçektir ve bilimce ispat edilebilir. Bizim gerçek olarak gördüğümüz şey de, gerçeğin beynimiz tarafından meydana getirilmiş bir sunumudur.”

Newberg’in sözlerini biraz açarsak, bizim gerçek olarak kabul ettiğimiz şeylerin, gerçek her neyse ,onun yalnızca beynimizin süzgecinden geçmiş bir yorumu olduğunu anlıyoruz. Yani bizim gerçek bildiğimiz madde ve maddi alem, beynimizin bir yorumu oluyor kısaca. Gördüğümüz, işittiğimiz, dokunduğumuz, tadını aldığımız ve kokladığımızda, bu yaptıklarımızdan çıkardığımız neticeler, yalnızca beynimizin bize sunduğu versiyonlardır. Bundan şu kaçınılmaz soru çıkıyor: Acaba gerçek, gerçekten beynimizin bize sunduğu gibi mi?

Kolaya kaçan bilimcilerin, Newberg’in deneylerinden,  mistik deneyimlerin yalnızca hayal, tasavvur veya kuruntu olduğu neticesini çıkarmak istemeleri üzerine de, yine Newberg ilginç başka bir deneyle karşılık veriyor.

Newberg deneklere elmalı pasta yediriyor ve bu esnada beyinlerinin ayni yoldan tomografisini çekiyor. Netice, deneklerin beyinlerinde açıkça zevk deneyimi tesbit ediliyor. Bunun üzerine Newberg şu soruyu ortaya atıyor: “Deneklerin beyinlerinde “zevk” unsuru görülür hale geldiğinde, elmalı pastanın sadece bir hayal veya kuruntu olduğunu iddia edebilir miyiz?”  Ve şu mantıklı sonucu gözler önüne sererek devam ediyor: “Her kim, spritüel deneyimleri yalnızca nörolojik bir etkinlik olarak bir kenara atmak isterse, o takdirde beynin maddi dünyadan yaptığı diğer tüm algılamalara karşı da güvensizlik duyması gerekir.”

Albert Einstein ayni sonucu şu sözlerle ifade etmişti: “Fiziki kavramlar ruhun özgür buluşlarıdır (yaratıklarıdır) ve kaçınılmaz bir biçimde dış dünyanın koşullarından meydana gelmiş değillerdir.”

Tartışma devam ediyor ve maddenin ötesinde başka birşey görmek istemeyen bilim adamları, bu yeni kazanılmış bilgilerin kendi görüşlerini onayladığını savunuyorlar.  Din karşıtı Oxford profesörü Richard Dawkins bunlardan biri. Trier’de yaşayan filozof Michael Schmidt-Salomon Tanrının hayali bir alfa insanı olduğunu ve primatların beyninin bir ürününden başka birşey olmadığını savunuyor. Persinger’in bunlara verdiği karşılık da şöyle: “Ben bir insan Tanrı ile ilgili bir deneyim yaşarsa,  bu esnada beyninde ne olduğunu tesbit edebilirim, ama o kişinin gerçekten Tanrı ile karşılaşıp karşılaşmadığını bilemem.  Ben Tanrı düşüncesini ortadan kaldırmak istemem ve bunu yapamam da, ben sadece Tanrı’nın beyinlerimizle ne yaptığını anlamaya çalışıyorum.”

Magdeburg’ da yaşayan Nörobiyolog  Prof. Gerald Wolf da soruyor: “Tanrıyı algılamak beyinde olmayacaktı da, nerede olacaktı?”

Leipzig’den Din Bilimcisi Prof. Matthias Pettzold da tartışmaya şöyle katılıyor: “Tannrı Modülü dedikleri şey, beyin araştırmacıların bir uydurması, onlar yaratılanı yaratan ile karıştırıyorlar.”

Amerikalı psikolog Julian Jaynes ise, insanoğlunun, iki ayağı üzerinde dik olarak yürümeye başladığı zamanda bir bilinç patlaması (Big Bang) yaşadığını , bu esnada beynin sağ ve sol yarı arasındaki sinirsel köprülerin kurulduğunu, bununla şakak bölgesindeki karmaşık lobların meydana geldiğini iddia ediyor. Bu sayede de beyinin kendi kendisiyle iletişim kurmasının mümkün hale geldiğini ve “ben” bilincinin ortaya çıktığını savunuyor. Bundan sonra da insanoğlunun efsaneler ve dinler kurması mümkün olmuş. Bu da Jaynes’e göre insan cinsinin diğer yaratıklara nazaran daha fazla hayatta kalma şansı elde etmesine yaramış.

İngiliz zoologu Matt Ridley, ritüellerin, efsanelerin ve dinlerin, insanların gruplar haline gelip aralarındaki bağları kuvvetlendirerek, dışa karşı kuvvetli olmalarına neden olduğunu ve bu şeklide evrim içinde önemli bir rol oynadıklarını anlatıyor. Yani bazı bilimcilere göre, dinler evrimin bir ürünü ve insan doğasının bir parçası.

Ünlü Alman şair ve düşünürü Goethe, zamanında bütün bunlara bir cevap vermiş:
“Eğer içimizde Tanrı’nın gücü olmasaydı, ilahi şeyler nasıl bizi büyüleyebilirdi?”

Yine bir Alman olan ve Filderstadt’da yaşayan din bilgini  Michael Blume ise, bütün tartışmanın en çarpıcı ve en uygun yorumunu ortaya koyuyor:

Tanrı sorusuna cevap arayan nörologların yaptıkları şey, haberleri okuyan spikeri bulabilmek için televizyon aletini söken birinin yaptığına benziyor.”

Önümüzdeki zamanlarda, bu konu bilimin karşısına çok daha sık çıkacak gibi. Madde dışında hiçbir şeyi kabul etmek istemeyenlerin, yavaş yavaş ortaya çıkacak olan gerçekler karşısında ne şekilde davranacaklarını görmek de, gitgide daha ilginç hale gelecek herhalde.


Alıntı:

P.M. Bilim Dünyası
Karsten Flohr

(Bu yazı "Sevgi Dünyası" dergisinin Haziran 2010 sayısında yayımlanmıştır.)

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen